Az sonra aşağıda ölüm ile yaşamın tanımını ve şizofrenik bir mektubu Anıl BAKAR’ın bu web mezarında kendisi hariç, önce Tanrıya, sonra herkese servis ederim…
Afiyetle…
Sayın TANRI,
Teknoloji sahiden geliştiyse sanal mezardan dualarımın merhum Anıl BAKAR’a altın tepsilerde sunulmasını, hatta daha da geliştiyse bu dünyaya geri yollanmasını arz ederim.
Teknoloji sahiden geliştiyse sanal mezardan dualarımın merhum Anıl BAKAR’a altın tepsilerde sunulmasını, hatta daha da geliştiyse bu dünyaya geri yollanmasını arz ederim.
Sayın HERKES,
Okurken lütfen kalbinizi dik konuma getiriniz…
Okurken lütfen kalbinizi dik konuma getiriniz…
Ölüm: Bir ruhun bedenini satışa getirme hali.
Yaşam: Bir bedenin ruhuna aşk hali.
Bu basit tanımlamalar anıları yâd etmek için değil, hafızayı kuvvetlendirmek içindir. Zaten hepi topu kaç anımız var… Ama sevdim seni, öldün yine sevdim, ölmeseydin yine severdim. “Keşke daha fazla görüşseydik…”gibi basmakalıp laflar yoktur ben de. Ölmeseydin de görüşemezdik eminim. He ölmeyip de film sahneleri gibi çıkarsan bir yerlerden, “Bu defa söz, görüşeceğiz” durumu da yalan bir melodram. Zaman, mekân, bahaneler falan filan. Buraları –bana gelene kadar soracağın çok kişi var ama- bana da sorarsan aynı. Dünya işte. Yaşıyoruz. Sen de yaşıyorsun ama farklı bir gezegende. Ölümler benim için bir seyahattir. Başka bir şehirde yaşayan akrabalardır ölüler. On yıllardır görüşmediğin ama ölüm haberini aldığında ağladığın akrabalara ben ağlamam ama babam hep ağlar, güya çaktırmaz. Seni tanımasaydım sanırım ağlamazdım ama laf aramızda zırlamadığımda, “Burada olsan, geçirmediğimiz günlerin acısını çıkartırdım, hep takılırdık birlikte” demek kadar yalan. Siz ölenlerin bizlere üzüldüğünü düşünürüm. Bir yerlerde … geçtiğinizi. Kompleks oldu bu ben de; “Ulan ne kaynatıyorlar acaba şimdi?” düşüncesi biz tabut başında zırlarken, ya da ruhu tarafından satışa gelmiş bir bedeni ararken… “Bir bilseniz burası şahane, ağlamazsınız yahu!” dediğinizi. Umarım öyledir. Öyle değilse bile, hayal kırıklığı yaşamadığını tahmin ediyorum. Ne de olsa Türkiye’de yaşıyordun. Buradan daha kötü olamaz eminim…
Burada yazılanları okuyormuşsun gibi bir hava içinde buraya yazanlar –ben de dâhil- dikkat ettiysen. Bu eğlenceli oluyor çünkü. Kim giriyorsa siteye, o okuyor senin haricinde. Okuşuyoruz yani… Sanı içinde takılıyoruz tabir-i caizse. Benciliz aslında ruhu tarafından satışa uğramış birine ağlarken bile. Onunla konuşuyormuş gibi yaparak tatmin olma, üzülmeme peşindeyiz. Senin için değil, kendimiz üzüntümüzü hafifletmek için. Benciliz dedim işte. Ben değilim bilgine olsun. Üzülmemek, unutmak en büyük küçüklüktür benim için. He kendimi paralayıp, kafamı duvarlara da vurmayacağım. Nedenini yukarı da açıkladım. Bir yerlerde … geçtiğiniz fikri içim içimi kemiriyor biliyorsun. “Çok şanslısınız.” diyorum bu kemirme bana tecavüz ederken. Cümleler direkt sana doğru koşmakta. Cümleler koşup koşup yorulmamakta ve cümleler adressiz mektuplarla sana ulaştırılması için iletişim tanrılarına teslim edilmekte. Bir halt okuduğun yok oysaki. Öte taraftasın ya da değilsin. Önemli olan artık halamın yanında olmadığın benim için. Aslında bunu düşününce de Çerkesliğe aykırı davranıp küfür bile edesim geliyor sana halamı sattığın için ama orada da baba var, haydi yine iyisin onun sayesinde yırtıyorsun terbiyesiz cümlelerimden gözlerimi doldurarak.
Öz olarak; neredeysen, okumadığın da bir garanti yazdıklarımı, bu yüzden bu haynepeım (Ayıbım) sana karşı. Büyüğümsün kızma e mi? Dua edemediğim zaman küfür ederim ben, orada kabul etmezler ama sen had dışı küfrümü dua olarak alırsın değil mi? Bir günah daha çentik atmasınlar yetkili melekler kitabıma.
Empati kuruyorum kayıp haberinden beri, herkesin yerine koydum kendimi… Evvela halamdan başlayarak, Çiğdem Ablam, Özlen Ablam, Hayati Ağabey, Sena ve Eylül’ün bile (ki en eğlenceli onun tarafıydı) bir senin yerine koyamadım kendimi. Koyarsam zaten fırtınalar estiririm bu dünyada. Bir şeyler yazabilirim herhalde ödüllük. Yazım, oyununum, hikâyem ödül alır almaz da, ödülü direkt o toprak, o ağaç, o su, o taş, o hava olduğun kanyona varıp fırlatırım. “Sayende” mesajı vermek için. Mesajları sevmem oysaki, “Mesaj vermek istiyorsan telgraf çek” diyen Woody Allen’ı severim ama telgrafta çekmem. Bu yuzden msnim açık hala, millet seni evine, sokağına, odana gelir diye beklerken, ben msne gelmeni bekliyorum. Arada bir titretiyorum ama hoparlörün sesini kısmışsın, uykunda haliyle duyamıyorsun. Amma uyudun yahu. “Uyan haydi kalk” demiyorum. Uyumak en iyisi. Buralar böyle işte, okumadığını ve akraba, eş, dostunun okuduğunu bildiğim yazımı sonlandırıyorum. Sana buradan selam yollamıyorum. Ne yapacaksın orada selamı, para etmez, aşk etmez. Okuyan-okuyamayan bazı kan bağımlısı olduğum kimselere; ben Anıl BAKAR’ın ruhunun, çoook sonra tanıştığı dayısının oğlunun ruhuyum diyor ve onu sizin kadar çok tanıyamadan sanırım sizden daha çok seven ve daha daha çok sevmek için vakit ayırmayan biri olduğumu bildirmek istiyorum. Yanlış anlaşılmasın, hiç tanıştırılmayan akrabaların, akraba tanımına girmesine sebebiyet veren akrabacıklara; kapak değil size bu, sıradan bir gazetenin üçüncü sayfa haberi yalnızca. Başı ve sonu sizindir, sahiplenip paraf atmak benden çok sizin haddinize. Yetim ve kopuk büyüyen beşkardeşin beşinden de “Bari çocuklarımız bir büyüsün” inceliğini beklemek ne haddime. Beşinin de canı cennete.
Hayalle-SAĞLIKLA
Sarıldım ruhuna…
He birde, hafız yeğeniyiz ayıp olmasın dine kitaba, El-Fatiha.
Ağabeyim… Adamlığına hayran olduğum ANIL AĞABEYİM.
Tabiat Ana’ya emanet ol.
Şafak TOK